İş gücü anlaşmasının 60’ncı yılında Almanya’daki ‘Türk’ algısı

 

Yaklaşık iki ay önce Türkiye ve Almanya arasında imzalanan iş gücü anlaşmasının 60’ncı yıl dönümü vesilesiyle internet gazetesi Diken’de ‘Biz buralı mıyız?’ başlığı altında bir analizim yayınlamıştı. Almanya’daki ‘Türk’ algısını ve onu çerçeveleyen tarihsel söylemleri ele aldığım metinde ‘Türk’ olarak algılanan toplumsal grupların aidiyet duygusundan ziyade Almanya’daki mevcut söylemce ‘Türk’ kavramı üzerinden yürütülen kolektif dış kurgu mekanizmalarına yoğunlaşmış ve bu kurguların günümüzdeki siyasal işlevselliğini tartışmıştım. Aşağıdaki makale bu metnin bir özetidir. Analizin teorik temeli ile ilgilenen herkesin metnin tamamını okuması tavsiye edilir… 

Siyaset tarihi açısından 20’nci yüzyılda gelişen Türk-Alman ilişkileri iki önemli anlaşma etrafında şekillendi. Bunlardan ilki, 2 Ağustos 1914 günü Sait Halim Paşa’nın Yeniköy-Yalısında gizlice masaya yatırılan Osmanlı-Alman ittifakıdır. İkincisi ise 30 Ekim 1961’de Batı Almanya’nın başkenti Bonn’da imzalanan Türkiye-Almanya işgücü anlaşmasıdır. İki sözleşme de altında yatan yararcı (utilitaryan) yaklaşımlar açısından benzerliklere sahip olsa da yarattıkları sonuçlar itibariyle önemli farklılıklar içerir. İlk anlaşma siyasi anlamda Alman ve Osmanlı imparatorluklarının sonunu getirmesiyle zihinlerden silinirken, ikinci anlaşma siyasi sonuçlardan ziyade öncelikle Almanya’nın toplumsal iç dinamiklerini derinden etkileyen – ve günümüzde de etkilemeye devam eden – kimliksel bir değişim sürecinin başlangıç noktasıdır. 

Bunun en son örneklerinden biri, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank Walter Steinmeier’in işgücü anlaşmasının 60’ncı yılı münasebetiyle Bellevue Sarayı’nda verdiği bir davette sarf ettiği şu sözlerdir: ‘[Türklere yönelik] Siz buraya geldiğinizden beri biz değiştik. ‘Alman’ kelimesinin anlamı değişti’. Evet, ‘Emek Göçü’nün 60’ıncı yılında ‘Türk’ olgusu günümüzün Almanya’sında göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik teşkil etmektedir. Siyasetten spora, kültür-sanattan medyaya, kısacası günlük hayatın tüm alanlarında yer edinmiş Türkiye kökenli insanların tarihi, artık Almanya tarihinin bir parçası haline gelmiştir.

Almanya’da ‘Türk’ olgusu ve siyasi çalkantılar 

Alman kimliği hakkında yürütülen tartışmaların, bilhassa son senelerde hız kazanmasının nedenlerinden biri Alman toplumunun değişen demografisi. 2019 nüfus sayımının verilerine bakarsak ülkede yaşayan her dört kişiden biri göçmen kökenli. Batı Almanya’daki göçmen kökenli oran yüzde 30 civarlarında iken 1991 senesine kadar demir perdenin arkasında kalmış olan Doğu Almanya’da nüfusun yaklaşık yüzde 9’unun etnik kökenleri Almanya dışında. 

Türkiye kökenli insanlar bu bağlamda özel bir konuma sahip. Bugün sayıları 3 milyonu bulmuş olan bu gruba mensup kişiler, ülkedeki en büyük yerli olmayan nüfusu teşkil etmekle birlikte nitel açıdan da yerli toplum karşısında dil, din ve kültür açısından en belirgin farklılıklara sahip. 1970’lerden bu yana gelişen Alman devletinin ‘uyum’ politikalarını göz önünde bulundurursak ‘Türkler’ en çok hedef alınan, toplumsal algı içerisinde ise en fazla ötekileştirilen sosyal grup. Dolayısıyla nicel ve nitel anlamda Alman toplumu içerisinde özel bir görünürlüğe sahip Türkler, ülkenin toplumsal dinamikleri ve kimliksel söylemleri açısından şüphesiz öncelikli bir rol taşıyor. Bununla birlikte Almanya’daki Türk toplumu son dönemde genel iç siyasi tartışmaların da odak noktasında. Bu duruma yol açan en önemli etkenlerden biri, 2015 itibariyle kötüleşen Alman-Türk ilişkileri. 

Bundan yola çıkarak Almanya’da yakın bir tarihe kadar toplumsal algı içerisinde hegemonyal bir yapıya sahip ‘Türk’ olgusu ekseninde gelişen negatif anlatılara baktığımızda, Steinmeier’in dile getirdiği ‘yeni Alman kimliği’ ve Türkiye kökenli göçmenlere bu süreç içerisinde atfedilen rol pek inandırıcı değil. 

Almanya’daki ‘Türk’ algısının tarihçesi 

1961 senesinde ilk Türk işçi kafilesi Düsseldorf tren garına vardığında, karşılarında dilini ve kültürünü bilmedikleri bir ülke vardır. Almanya’da tek varoluş sebepleri olan emek güçlerine güvenen bu insanlar ‘misafir işçiler’ – yani Gastarbeiter olarak – Ruhr bölgesinin madenlerinde ve Ford fabrikalarının iş bantlarında, kuvvetlerinin sonuna kadar çalışacak ve paydos sonrası Alman toplumundan uzak barakalarına çekilecektir. Ankara’nın gözünde birer döviz kaynağı, Bonn’un gözünde ise salt işgücü olarak algılanan Türkiye kökenli emekçilerin durumu, 1973 senesinde kökten bir değişime uğrar. O sene yaşanan petrol kriziyle birlikte Almanya işçi alımını tek taraflı olarak durdurur. Ülkede bulunan yaklaşık 1 milyon Türk artık daimî kalıcı yabancı statüsüne sahiptir. 

Aynı yıl Almanya‘nın en yüksek tirajlı haftalık siyasi mecmuası Der Spiegel şöyle bir manşet atar: ‘İmdat! Türkler geliyor.’ O gün yaratılan olumsuz söylem, sonraki yıllarda da devam edecek ve Türk göçmenlerin Almanya’daki varlığı üzerinden dışlayıcı bir anlatı yaratılacaktır. Daha önce Alman ekonomisinin işgücü açığını kapatan Türkler, artık yük haline gelmiştir. Sosyal anlamda ötekileştirilen göçmenler aynı süreç içerisinde Alman siyasetince de hedef alınır. 1982 senesinde Hür Demokratlar ile Hristiyan Demokratlar arasında kurulan koalisyon hükümeti, yürürlüğe soktuğu iade yardım yasasıyla Türklerin üzerindeki baskıyı gitgide artırır. Amma velakin ne sağcı hükümetlerin agresif politikaları ne de artan ırkçı söylemler gurbetçilerin ülkedeki varlığını sonlandırabilir.

90’lara gelindiğinde Almanya’daki Türk vatandaşlarının sayısı 1,7 milyonu bulmuştur. Berlin duvarının yıkıldığı ve iki Almanya’nın birleştiği bu dönemde ‘Türkler’, yeniden hortlamakta olan Neonazi gruplarının açık hedefi haline gelir. 1992 ve 1993 senelerinde Mölln ve Solingen şehirlerinde ırkçıların Türkiyeli göçmenlerin evlerini kundaklaması sonucu sekiz masum insan yanarak can verir. Daha sonra ‘Türk avına’ çıkacak NSU terör örgütü işte bu yıllarda kurulur. 

Alman siyaseti 2000’ler itibariyle ülke içerisindeki Türk gerçekliğini kısmen kabullenmeye başlasa bile bilhassa 90’lı yıllarda yaşanan kanlı saldırılar ve bu saldırıların karşısında Alman toplumunun sergilediği vurdumduymazlık, Türk göçmenlerinin kolektif hafızasında silinmez bir yer edinecektir. Ve ne yazıktır ki günümüzde de – Almanya’da doğan her iki çocuktan biri göçmen kökenli bir aileden gelmesine rağmen – ırkçılık ve toplumsal ötekileştirme pratikleri varlığını sürdürmeye devam etmekte. 

Biz buralı(mı)yız? 

Almanya‘nın genel söylemi içerisinde gördüğümüz ve öncelikle ‘Türk’ olarak kodlanan insanları hedef alan bu söylemsel ötekileştirme pratiğinin tarihçesi aslında günümüzde yaygınlaşmış uyum ve entegrasyon kavramları karşısında kuvvetli bir antitez teşkil ediyor: Bir tarafta son 60 sene hâkim olan ‘Türkler’in yabancılığının altını çizen ve son dönemlerde Almanya ile Türkiye arasında artan diplomatik gerilimler sırasında ivme kazanan dışlayıcı anlatı, öteki tarafta ise iş gücü anlaşmasının anılması çerçevesinde yaratılmaya çalışılan ve Türkiye kökenlilerin tarihini Almanya tarihinin bir parçası olarak benimseyen yeni kimlik söylemi. 

Bu iki söylemin eşzamanlılığı şunu işaret etmekte: Alman toplumu kimliksel bir dönüm noktasında. Ülkenin değişen demografisi etnik-milliyetçi bir kimlik anlayışının devamlılığını önlemekte. Bu süreç içerisinde toplumsal kimlik algısı değişmek zorunda olduğu gibi, ülkedeki yerli olmayan ama kalıcı bir varlığa sahip nüfus da Alman kimliğinin bir parçası haline gelmeli. 

Steinmeier’in sözleri bu anlamda önemli bir stratejik niteliğe sahip: ‘Yeni Alman kimliği’nin, göç tarihinin anılması üzerine kurgulanmasının manidarlığı kadar bu yeni söylemin asıl hedefinin göç olgusunu veya Türkiye kökenlilerin mevcut sosyal durumunun tartışılması anlamına gelmediğini gösterir. Bunun en bariz örneği ise bu gelişmenin göz ardı ettiği veya stratejik bir şekilde cevaplamaktan kaçındığı şu sorularda görülmekte: Kimdir bu Türkiyeli göçmenler? 60 sene boyunca Almanya’da yabancı, Türkiye’de ise Almancı olarak adlandırılmış bu insanlar hangi kimliğe sahip?

Sonuç itibariyle tüm bu olguları betimleyen bir tespite bulunmak gerekirse belki şöyle bir cümle kurmak mümkün: Almanya’daki ‘Türk’ algısı Emek Göçü’ünün 60’ıncı yılında ‘yeni Alman kimliği’ni çerçeveleyen söylemin aracı olabilmiş ama amacı haline gelememiştir.